Güneş olağanca sıcaklığı ile içimi ısıtırken, rüzgâr bu hediyeyi geri almak istercesine etrafımda dolanıyor. Ayağımın altında kayıp giden minik taşlar ve kumlar ise benimle oyun oynuyor ve kalmam için ısrar ediyor. Ufak ufak salınan su ise ne kadar görkemli olduğunu bana hissettirmek istercesine ayaklarıma dokunup okşuyor ve utangaç bir şekilde geri çekiliyor. Bense bu tatlı anın tadını çıkarıp kahkahalarımı esirgemiyorum, salıyorum gitsinler, güneşe, rüzgâra, kuma, suya ulaşsınlar. Ulaşsınlar ki varlıklarına şükrümü bilsinler. Bir bütün halinde dans etmek böyle bir şey olmalı. Di mi ama?
Aslında bu özel anın öncesine bakarsak, sıkı bir hazırlığın ve heyecanlı bekleyişin ardından 4 günlük bir kamp macerasının başlangıcından bahsediyorum.
Ege bölgesinin en büyük gölü olan bu Bafa gölü hem Aydın hem de Muğla il sınırları içerisinde kalıyor. Kendisi bir zamanlar Ege denizi kenarında olup şimdiki adı ile Kapıkırı olan yer, Heraklia Antik Kenti ismini taşıyor. Ancak zamanla Menderes Nehrinin taşıdığı alüvyonlarla şu anda denizden 17 km içeride kalacak şekilde ayrılmış durumda.
Fiyatların biraz abartıldığı bu turistik bölgede bizim tercihimizse kayıkla, gölün içindeki minik bir adaya çıkıp orayı keşfetmek. Ancak bu keşif öncesi sandalın gölle olan dansını izlemek, havaya kalkan su zerrelerinin şarkılarını dinlemek, uzun bir karlı kışın ardından bahara dokunmak, ruhumda çiçekler açtırıyor.
Yüzüme de yansıyan bu şaşkınlık ve sevinç az sonra sandal arkadaşlarıma da yansıyor.
Pelikan, flamingo, ördek, güvercin ve martıların eşlik ettiği bu su yolculuğunun sonunda bembeyaz bir sahile ve tertemiz bir göl kıyısına ulaşmak epey hayranlık uyandırıyor bende. İleride görünen minik adaya yürüyoruz yavaş yavaş. İşte benim doğayla dansım orada başlıyor.
Dağ kekiği ve sarı sarı katır tırnağı çiçeğinin yaydığı enfes kokular eşliğinde adaya tırmanıp hem Bafa Gölü’nü hem yarın yürüyeceğimiz Latmos Dağını seyrediyorum.
Hatta buradaki kale yıkıntıları arasında dağ, göl ve sahil manzarasını çerçeve içine almış sevimli bir açıklık bulmak, hazine bulmuşçasına mutlu ediyor beni.
Keyifle o pencereye oturup rüzgârda dalgalanan saçlarıma aldırmadan gülümsüyorum. Hatta öyle ki bu durumdan büyük bir zevk de duyuyorum.
Kalp şeklindeki bu adadan geri dönme vakti geliyor.
Arkadaşlarımın çok gerisinde kalıp çıkarken fark etmediğim ama inerken büyülendiğim o eşsiz manzarada kocaman bir gülümsemeyle derin nefes alıyorum. Mavilerin buluştuğu bu enfes nokta, Latmos Dağı’nın bir parçası ve Bafa Gölü’nün detayları ile muazzam güzellikte.
Ve kamp noktasına doğru önce kıvrımlı engebeli, çam ağaçlı daracık yolları çıkıyoruz. Ardından yolun bittiği noktada biz yürürken eşyalarımız traktörle bizi takip ediyor. Ya da belki biz eşyaların peşi sıra sürükleniyoruz 🙂
Yaklaşık 15-20 dklık bir yürüyüşün sonunda Latmos Dağı eteklerinde, fıstık çamı ağaçlarının arasında genişçe bir yaylaya kuruluyoruz. Canım çadırım benim, seni ne çok özledim. Heyecanla ve sevgiyle kuruyorum kendisini. Çıtaları birleştirip ortadan asınca ve üstüne brandasını geçirince bitiyor bu iş. Şöyle kayalıkların dibine, çam ağcının altına sandalyemi de açıp oturunca benden huzurlusu yok.
E bu kadar tempo elbette enerjimizi düşürüyor. Şu anda odun ateşinde, zeytinyağlı, fıkır fıkır pişmiş menemen gibisi var mı be?
Hele de düdüğünü öttüre öttüre ucundan suyun fışkırdığını gördüğüm çaydanlıkta demlenmiş çay gibisi he?
Şenlikli bir sofranın üstüne bol yıldızlı parlak bir gökyüzü altında, kamp ateşi etrafına toplanıp türküler söyleyip şiirler okumaksa gecenin müthiş finalini oluşturuyor.
Toprakta uyunmuş gecenin sabahında gün ağarmadan uyanıp yol alma zamanı! Menteşe Dağlarının bir bölümünü oluşturan Beşparmak Dağı ya da benim sevdiğim adıyla Latmos Dağı, Aydın şehrinde bulunuyor.
Kayalıklardan oluşan gri devin sırtına tırmanırken zaman zaman nefesimiz kesiliyor. Ancak zorlu tırmanıştan daha ziyade enfes manzaralar karşısında diyebilirim. Ara ara Bafa Gölünü seyreylese de gözümüz, sarp ve dik kayalıkların arasında trekking için yola çıkıp dağcı edasıyla ilerlemek, iki işi bir arada yapıyor olmanın mutluluğunu yansıtıyor yüzümüze. Durup geriye baktıkça kat edilen mesafe, çıkılan yükseklik, zirveye ulaşma isteğimizi kamçılıyor.
Ah, o maviş maviş beni unutma çiçeği ile sarı beyaz papatyalar arasında adımlarımı ilerletmek düşüncelerimle baş başa bırakıyor beni.
Bu kadar yükseklerde özgürce boy vermek, hiç kimsenin göremeyeceğini bile bile renkten renge boyanmak nasıl bir histir acaba? Varlığının farkında olmadan gölü mü izliyorlardır onlar da? Yoksa birilerinin ziyaretlerini mi bekliyorlar kısacık ömürlerinde? Peki hep böyle mi olur, yükseklere çıktıkça oksijen miktarı azalıp nefes almak zorlaşsa da güzelleşir mi böyle manzaralar? Seyreldikçe canlılar, var olanların güzelliği mi artar? Bilemiyorum, öyle düşüne düşüne çıkıyorum işte… Bir gelincik bölüyor bu düşüncelerimi beni destekleyip varsayımlarımı kanıtlarcasına!
Ben de tüm benliğimle kucak açıp sarılıyorum bu doğa harikası dağa ve bana kattıklarına.
Zaten bu zorlu ve tehlikeli yürüyüşün de nihai amacına ulaşıyoruz biraz sonra. Çıkıp çıkmamakta karar vermekte zorlandığım o dik, pardon dik ne kelime ya? Resmen ters kayaya adımımı atıyorum. Düşsem cesedimi bulabileceklerini sanmadığım o çılgın zirvede alıyorum soluğu. Bugün de hayattayım, nefes alıyorum, başardım ve mutluyum!
Aşağı inerken daha çok zorlandığımı itiraf ediyorum. Fren sistemimde sıkıntı olmalı. Daha sonra günlerce sürecek diz ağrımdan hiç bahsetmiyorum bile.
Bu tırmanış rotasında, buba ya da baba adı verilen işaretlerden de söz etmek lazım. İyi ki varlar. Yolumuzu kolaylaştırıyorlar.
Bir de çoban evleri var; tuhaf görünümlü. Bunca zaman nasıl ayakta kalmayı başardığı ile ilgili beni şaşırtan.
Sonra yolun sonuna doğru bir kez daha sorguluyorum bazı durumları. Anadolu’nun eşsiz topraklarında, tüm gizemi ve görkemiyle keşfedilmeyi bekleyen bu Latmos dağı tam bir jeolojik park niteliğinde. Oysaki benzer jeolojik formasyonlar nedeni ile koruma altına alınan Amerika’daki Arches Milli Parkı, en prestijli parklardan biri!
Güzelliğini görmemiz için gözlerimizi, çığlığını duymamız için kulaklarımızı açıp muhteşem bir manzaraya sahip fıstık çamları ile süslenmiş bu coğrafi mirasımıza sahip çıkabiliriz umarım!
Atılmış 30.000 adımlık bir yürüyüşün ardından bırakın evde olmayı çadırımda olmak bile enfes. Yapıştığını sandığım çoraplarımdan kurtulup ayaklarımı soğuk suyla yıkamak dünyalara bedel. İşte şimdi sırada kamp ateşi, yemek ve yine türküler, şiirler var!
Gece soğuktan, sırtıma batan taşlardan ve eğimden dolayı deliksiz bir uyku çekemesem de bol oksijenli ve sessiz doğada olmak dinlendiriyor beni. Yine o bakmaya doyamadığım, masaldan fırlamışçasına duran fıstık çamlarının arasından yürüyüp köye iniyoruz.
Dün rehberliğimizi yapan eski Bağarcık köyü muhtarı İsmail Bey’in yardımıyla Aydın Muğla sınırını dağda, kenarlarını çam fıstığının süslediği toprak yoldan ilerleyerek geçiyoruz.
Tıngır mıngır ilerlediğimiz yolu kâh uçuruma yuvarlanmaktan korkarak kâh şarkılar söyleyerek tamamlıyoruz.
Bugünün yürüyüş rotasının başlangıç noktasına ulaştığımızda köy kahvesinde çaylarımızı içip enerjimizi topladıktan sonra koyuluyoruz yola. Benim dünden kalan ağrılarım ve korkularım yok oluyor bu rotada. Nispeten daha kolay bir güzergâh olmasının yanı sıra milattan önce 5000’li yıllara ait olduğu düşünülen keşfedilmiş mağara resimleri sarıp sarmalıyor beynimi.
Daha önceki bulunanlardan farklı olarak bunlarda insan ve sosyal yaşamın ön planda olduğu kırmızımsı çizimler tam 7000 yıldır o duvarda bekliyor bizleri. Koskoca binlerce yıl! Hatta bir mağarada bile değil. Üç büyük taşın oluşturduğu bir kovukta. Kim, neleri düşünerek çizdi? Bize ne anlatmak istedi? Daha doğrusu bizlere bir şeyler anlatmak istedi mi? Belki istemedi. Belki öylesine mutlu olduğu için resmetti.Biraz ilerisindeki Yediler Manastırı ise paganlık dininden kalıp sonradan Hristiyanlığın kabulü ile manastır şeklini alan bir mabet. Burada oyulmuş bir kaya içerisinde, Hz. İsa ve 12 Havarisinin fresklerinin bulunması, ilgiyi arttıran sebeplerden.Aynı zamanda korunma kalesi olarak da kullanılan yapı, iki kilise, bir şapel, sarnıç ve 11 adet keşiş hücresinden oluşuyor.
Bu keşiş hücrelerinden birinin penceresine oturarak hem uçsuz bucaksız Anadolu’yu izliyorum hem ruhumu dinlendiriyorum.
Kentin o keşmekeş kargaşasından kilometrelerce uzakta, baharın ılık meltemi ve çiçek kokuları eşliğinde, bir dağın başında terkedilmiş manastırın penceresinde oturup göl manzarasını seyretmek… Şu an evrene bütün pozitif mesajlarımı ileten bir meditasyon yapmanın tam zamanı!
Çiçekleri duymanın, uğur böceğini görmenin tam zamanı! Farkında olmadan akıp geçen zamanın minik bir detayı olduğumuzu ama aynı zamanda büyük değişiklikler yapabileceğimizi fark etmenin tam zamanı!
Büyük bir huzurla geri döndüğümüzde ise bizi karşılayan sofra, tam bir ödül tadında. İsmail Bey’in eşi Ayşe Hanım’ın ellerinden çıkmış sıcacık bulgur pilavı, otlu börek, bahçeden toplanmış yeşil soğanla yapılmış çoban salatası, köy yoğurdu ve bu yoğurtla süslenmiş biber ve patlıcan kızartması… Yetmezmiş gibi yöreye ait zeytin ve lor peyniri… Ah be Ayşe Teyze nasıl mutlu ediyorsun bizi!
Bahçedeki yığınla çam fıstığı kozalaklarını ve bunlardan elde edilen çam fıstığını da gördükten sonra iki güzel insanı hatıralarımın arasına alıyorum.
Kamp alanına doğru yürürken bir başka hissediyorum bugün; daha bir dik, daha bir özgüvenli, daha bir mutlu ve gururlu yükseliyor başım.
Alana ulaştığımda ise bir başka sürprizler bekliyor bizi. Bayram sebebi ile çeşit çeşit tatlılar kalabalık bir ekipçe yeniliyor önce. Sonra arkadaşım Hüseyin’in getirdiği şampanyayı patlatıp kutlama tadında kalkıyor kadehler.
Kamp ateşi ve türküler artık hepimizin bilgisi…
Ertesi günkü Alinda Antik Kentinden bahsetmiyorum bile… O tek başına bir yazı konusu…
Dolu dolu, gerek tarihi, gerek coğrafi bilgiler ve güzellikler ile donatıldığım bu muhteşem yürüyüş gezisi Argun Bey’in önderliğinde Trekinturkey ekibi ile gerçekleşmiş oluyor. Geriye ise Mutlu Taşpınar’ın çektiği, tehlikeli bir kaya üzerinde Bafa gölünün semalarına doğru uçtuğum fotoğraf kalıyor.