O korkunç geceyi unutmak mümkün değildir. Bir tarafta bağıran, çağıran, ağlayan insanlar; bir tarafta şoka girenler. Yalın ayak, yataktan kalkış şekli ile dışarı fırlayanlar.
Cehennem sıcaklığında, zifiri karanlıkta, tatlı uykuda, sağdan sola, soldan sağa, önden arkaya, arkadan öne sallanarak gidip geliyoruz. Evin içinde patır patır dökülen, kırılan, devrilen ve yuvarlanan eşyalar. Kulakları sağır eden acayip bir uğultu. Ayağa kalkmaya çalışıyoruz, dengemizi sağlayamadığımız için olduğumuz yere tekrar oturuyoruz. Gökle yer arasında kızıl bir alev topu gibi ne olduğunu anlayamadığımız inip çıkan adeta yerden fışkıran bir madde görüntüsü deniz tarafını kaplamış. İlk şokla birlikte canını kurtaran herkes dışarıda, insanlar deli danalar gibi sağa sola koşuşturup duruyor. Elektrikler kesik. Enkazdan kendi imkânlarıyla kurtulanlara seviniyoruz. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte akraba, eş, dost ve arkadaş ne âlemde, öldü mü, kaldı mı merakı ile herkes sağa sola koşmaktalar.
Günlerce bu acı ve hengâme devam ediyor. Toplu mezarlar açılıyor. Birkaç cenaze bir araba ile götürülüp gömülüyor. Buz pateni salonu cenazelerle dolu. Sular akmıyor, yollar kapalı, ışık yok.
TÜPRAŞ yangını devam edip her tarafı zehir bulutu ile kaplıyor. Sıcaklık devam ediyor. Her tarafı ceset kokusu kaplamış. İlk iki üç gün ortada “Devlet Baba” yoktu. Kızılay yırtık çadırları ile sınıfta kaldı. Halkın birbirleriyle dayanışması, yardımlaşması unutulmaz anı olarak hafızalarımıza kazındı. Geriye dönüp baktığımızda bu acıdan, dramdan ders alınmadığını görmekteyiz. Rahmetli Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara Hocanın ve diğer bilim adamlarının uyarıları havada kalmıştı.
Hala ortalarda ucube gibi duran binaları görüyoruz. Yargılanan binlerce müteahhitten birkaç günah keçisi dışında ceza alan olmadı. Doğru dürüst güçlendirmeler yapılmadı. Acılardan ders çıkarılacağı yerde, fırsatçı zenginler türedi. Milyarlarca dolar dış yardım yapıldı. Bunların yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığı kuşkusu hepimizde mevcuttur. İlk başta geçici olarak konan sonradan sürekli hale gelen deprem vergilerinden toplanan para miktarı 15 milyar doları geçmiş. Yetkili bilim adamları bunun üçte biri olan 5 milyar doları ile olası bir İstanbul depremine karşı önlem olarak güçlendirme yapılabileceğini söylediler. Yapılması gerekli olan köprü, viyadük ve kamu binalarının birçoğunun güçlendirmesi bile hala yapılmadı. Kamu binaları en ufak bir sallantıda kibrit kutusu gibi devrilmektedir.
Zemin durumuna göre iki veya üç kattan fazla bina yapılmaması gerekirdi. Depremin ana noktası olan ve büyük vurgun yiyen Gölcük’te 6-7 katlı binaların yükseldiğini görmekteyiz. Yıkılması gereken, güçlendirilmesi gereken binaların boyanarak kiraya verildiğini biliyoruz.
Japonya’da 7,5-8 şiddetinde olan depremde insan burnu kanamıyor. Bizde ise 7,4 şiddetindeki bir depremde her taraf harabeye dönüp en az 20 bin insanımız ölüyor. Uzmanlar 7 şiddetinde olası bir Marmara depreminde İstanbul’da en az 2 milyon insanın öleceğini söylüyor. Bu uyarılara karşı başta devlet ve tüm sorumlular üç maymunu (duymadım, görmedim, bilmiyorum diyerek) oynuyorlar. Ciddiyet, sorumluluk ve olaylardan ders almak bunun neresindedir?
Bu asla kader olamaz. Bunu kader olarak yorumlayanlar gaflet içinde olanlardır. Uyarılara ise kulak tıkamak ihanettir. Japonya’da kader olmayan bizde de kader olamaz.
Cehalet, ihmal, açgözlülük 20 bin insanımızı yok etti. Depremler ne ilktir ne de son olacaktır. Deprem değil yapılar öldürüyor sözü çok doğrudur.
Asrın felaketi diye adlandırdığımız 17 Ağustos depreminde kaybettiğim yeğenlerim; Coşkun, Özkan, Kenan, Muammer, Leyla, Gürkan, Yeter, Güllü ve Reyhan ile birlikte hayatını kaybeden tüm deprem şehitlerimize Allah’tan rahmet, hayatta kalanlara başsağlığı diliyorum.